23 Nisan 1920’de, TBMM’nin açılmasıyla Anadolu’da yeni bir Türk Devleti kurulmuştur. TBMM’nin üstünde hiçbir gücün kabul edilmeyeceğinin açıklanması ile de Osmanlı Devleti’nin varlığı fiilen ortadan kalkmıştır. Ayrıca yasama ve yürütme yetkisinin de TBMM’ye ait olması padişahın Türk ulusu üzerinde resmî ve filli hiçbir yetkisinin kalamadığını göstermekteydi. Ancak savaş yılları olduğu için rejim konusu gündeme gelmemiştir. Yunan ordusunun Türk topraklarından atılmasından sonra sıra rejim konusunun çözümlenmesine gelmiştir. Bu amaçla devletin rejimi ve temel niteliklerini belirleyen üç temel siyasal inkılap (Saltanatın Kaldırılması, Cumhuriyet’in İlanı, Halifeliğin Kaldırılması) gerçekleştirilmiştir.

 

Yeni Türk Devleti’nin siyasal yapısını sağlamlaştıracak ilk adım, saltanatın kaldırılması olmuştur. Ancak bu adımın atılması kolay olmamıştır. Türk milleti, binlerce yıllık tarihinde, egemenliği kullanan belli aileler tarafından yönetilmiştir. Eski Türk devlet anlayışına göre, egemenlik kutsal bir kavramdı. Ulusu yönetmeyi tanrı tek bir aileye vermişti. Ailenin üyelerinden başkası ulusu yönetemezdi. Türkler Müslümanlığı kabul ettikten sonra, bu kutsal egemenlik kavramı, yeni dinsel kurallarla da desteklenmiştir.

Yüzyıllarca süren bu yönetim biçimi öylesine kökleşmişti ki “padişahsız” bir Türk Devleti’nin olabileceğini, yalnız halk değil birçok aydın bile düşünemiyordu. Bunun için Mustafa Kemal Paşa, egemenliği gerçek sahibi olan millete verirken çok dikkatli davranmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında ve TBMM’nin açıldığı dönemde, yurdun düşman işgalinden kurtarılması öncelikli olduğu için, saltanat makamına karşı açıkça bir tavır alınmamış ve güçlerin bölünmemesine gayret edilmiştir. Yunan ordusunun Anadolu’dan atılmasından hemen sonra, barış görüşmelerine davet nedeniyle saltanat konusu gündeme gelmiş ve bu kez Mustafa Kemal Paşa, bu kurumla ilgili gerçek düşüncesini hayata geçirmiştir.

 

Mudanya Mütarekesi imzalandıktan sonra barış görüşmeleri hazırlıklarına başlanmış ve İtilaf devletleri Lozan’daki görüşmelere Ankara Hükûmeti ile İstanbul Hükûmetini de davet etmiştir. İtilâf devletleri tarafından İstanbul Hükûmetinin, Lozan’daki barış görüşmelerine çağrılmasındaki amaç Türk tarafında ikilik yaratarak isteklerini Yeni Türk Devleti’ne kabul ettirmekti. Söz konusu davet üzerine İstanbul Hükûmeti gerekli hazırlıklara başlayarak, TBMM’ye gönderdiği yazılarla işbirliği içine girmelerini bildirmiştir. Bu durum TBMM’de büyük yankılara neden olmuştur. Tevfik Paşa Hükûmetinin bu tavrını ve buna karşı TBMM’de oluşan tepkileri iyi değerlendiren Mustafa Kemal Paşa, bu sorunun kökten çözümlenmesi için saltanatın kaldırılmasını gündeme getirmiştir. Bu maksatla bazı milletvekilleri saltanatın kaldırılması için önerge vermişlerdir. TBMM’deki ortak komisyonda yapılan görüşmelerden sonra iki maddelik bir yasa taslağı Meclis Genel Kuruluna gönderilmiştir.

 

1 Kasım 1922 günü TBMM’ye sunulan yasa taslağı görüşmelerden sonra kabul edilerek yasalaşmıştır. Böylece TBMM egemenlik ve hükümranlık haklarının Türk milletine ait olduğunu, saltanat ile hilafetin ayrıldığını, İstanbul’un işgal tarihinden (16 Mart 1920) itibaren saltanatın kaldırıldığını açıklamıştır.

23 Nisan 1920’de, TBMM’nin açılmasıyla Anadolu’da yeni bir Türk Devleti kurulmuştur. TBMM’nin üstünde hiçbir gücün kabul edilmeyeceğinin açıklanması ile de Osmanlı Devleti’nin varlığı fiilen ortadan kalkmıştır. Ayrıca yasama ve yürütme yetkisinin de TBMM’ye ait olması padişahın Türk ulusu üzerinde resmî ve filli hiçbir yetkisinin kalamadığını göstermekteydi. Ancak savaş yılları olduğu için rejim konusu gündeme gelmemiştir. Yunan ordusunun Türk topraklarından atılmasından sonra sıra rejim konusunun çözümlenmesine gelmiştir. Bu amaçla devletin rejimi ve temel niteliklerini belirleyen üç temel siyasal inkılap (Saltanatın Kaldırılması, Cumhuriyet’in İlanı, Halifeliğin Kaldırılması) gerçekleştirilmiştir.

 

Yeni Türk Devleti’nin siyasal yapısını sağlamlaştıracak ilk adım, saltanatın kaldırılması olmuştur. Ancak bu adımın atılması kolay olmamıştır. Türk milleti, binlerce yıllık tarihinde, egemenliği kullanan belli aileler tarafından yönetilmiştir. Eski Türk devlet anlayışına göre, egemenlik kutsal bir kavramdı. Ulusu yönetmeyi tanrı tek bir aileye vermişti. Ailenin üyelerinden başkası ulusu yönetemezdi. Türkler Müslümanlığı kabul ettikten sonra, bu kutsal egemenlik kavramı, yeni dinsel kurallarla da desteklenmiştir.

Yüzyıllarca süren bu yönetim biçimi öylesine kökleşmişti ki “padişahsız” bir Türk Devleti’nin olabileceğini, yalnız halk değil birçok aydın bile düşünemiyordu. Bunun için Mustafa Kemal Paşa, egemenliği gerçek sahibi olan millete verirken çok dikkatli davranmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında ve TBMM’nin açıldığı dönemde, yurdun düşman işgalinden kurtarılması öncelikli olduğu için, saltanat makamına karşı açıkça bir tavır alınmamış ve güçlerin bölünmemesine gayret edilmiştir. Yunan ordusunun Anadolu’dan atılmasından hemen sonra, barış görüşmelerine davet nedeniyle saltanat konusu gündeme gelmiş ve bu kez Mustafa Kemal Paşa, bu kurumla ilgili gerçek düşüncesini hayata geçirmiştir.

 

Mudanya Mütarekesi imzalandıktan sonra barış görüşmeleri hazırlıklarına başlanmış ve İtilaf devletleri Lozan’daki görüşmelere Ankara Hükûmeti ile İstanbul Hükûmetini de davet etmiştir. İtilâf devletleri tarafından İstanbul Hükûmetinin, Lozan’daki barış görüşmelerine çağrılmasındaki amaç Türk tarafında ikilik yaratarak isteklerini Yeni Türk Devleti’ne kabul ettirmekti. Söz konusu davet üzerine İstanbul Hükûmeti gerekli hazırlıklara başlayarak, TBMM’ye gönderdiği yazılarla işbirliği içine girmelerini bildirmiştir. Bu durum TBMM’de büyük yankılara neden olmuştur. Tevfik Paşa Hükûmetinin bu tavrını ve buna karşı TBMM’de oluşan tepkileri iyi değerlendiren Mustafa Kemal Paşa, bu sorunun kökten çözümlenmesi için saltanatın kaldırılmasını gündeme getirmiştir. Bu maksatla bazı milletvekilleri saltanatın kaldırılması için önerge vermişlerdir. TBMM’deki ortak komisyonda yapılan görüşmelerden sonra iki maddelik bir yasa taslağı Meclis Genel Kuruluna gönderilmiştir.

 

1 Kasım 1922 günü TBMM’ye sunulan yasa taslağı görüşmelerden sonra kabul edilerek yasalaşmıştır. Böylece TBMM egemenlik ve hükümranlık haklarının Türk milletine ait olduğunu, saltanat ile hilafetin ayrıldığını, İstanbul’un işgal tarihinden (16 Mart 1920) itibaren saltanatın kaldırıldığını açıklamıştır.

23 Nisan 1920’de, TBMM’nin açılmasıyla Anadolu’da yeni bir Türk Devleti kurulmuştur. TBMM’nin üstünde hiçbir gücün kabul edilmeyeceğinin açıklanması ile de Osmanlı Devleti’nin varlığı fiilen ortadan kalkmıştır. Ayrıca yasama ve yürütme yetkisinin de TBMM’ye ait olması padişahın Türk ulusu üzerinde resmî ve filli hiçbir yetkisinin kalamadığını göstermekteydi. Ancak savaş yılları olduğu için rejim konusu gündeme gelmemiştir. Yunan ordusunun Türk topraklarından atılmasından sonra sıra rejim konusunun çözümlenmesine gelmiştir. Bu amaçla devletin rejimi ve temel niteliklerini belirleyen üç temel siyasal inkılap (Saltanatın Kaldırılması, Cumhuriyet’in İlanı, Halifeliğin Kaldırılması) gerçekleştirilmiştir.

 

Yeni Türk Devleti’nin siyasal yapısını sağlamlaştıracak ilk adım, saltanatın kaldırılması olmuştur. Ancak bu adımın atılması kolay olmamıştır. Türk milleti, binlerce yıllık tarihinde, egemenliği kullanan belli aileler tarafından yönetilmiştir. Eski Türk devlet anlayışına göre, egemenlik kutsal bir kavramdı. Ulusu yönetmeyi tanrı tek bir aileye vermişti. Ailenin üyelerinden başkası ulusu yönetemezdi. Türkler Müslümanlığı kabul ettikten sonra, bu kutsal egemenlik kavramı, yeni dinsel kurallarla da desteklenmiştir.

Yüzyıllarca süren bu yönetim biçimi öylesine kökleşmişti ki “padişahsız” bir Türk Devleti’nin olabileceğini, yalnız halk değil birçok aydın bile düşünemiyordu. Bunun için Mustafa Kemal Paşa, egemenliği gerçek sahibi olan millete verirken çok dikkatli davranmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında ve TBMM’nin açıldığı dönemde, yurdun düşman işgalinden kurtarılması öncelikli olduğu için, saltanat makamına karşı açıkça bir tavır alınmamış ve güçlerin bölünmemesine gayret edilmiştir. Yunan ordusunun Anadolu’dan atılmasından hemen sonra, barış görüşmelerine davet nedeniyle saltanat konusu gündeme gelmiş ve bu kez Mustafa Kemal Paşa, bu kurumla ilgili gerçek düşüncesini hayata geçirmiştir.

 

Mudanya Mütarekesi imzalandıktan sonra barış görüşmeleri hazırlıklarına başlanmış ve İtilaf devletleri Lozan’daki görüşmelere Ankara Hükûmeti ile İstanbul Hükûmetini de davet etmiştir. İtilâf devletleri tarafından İstanbul Hükûmetinin, Lozan’daki barış görüşmelerine çağrılmasındaki amaç Türk tarafında ikilik yaratarak isteklerini Yeni Türk Devleti’ne kabul ettirmekti. Söz konusu davet üzerine İstanbul Hükûmeti gerekli hazırlıklara başlayarak, TBMM’ye gönderdiği yazılarla işbirliği içine girmelerini bildirmiştir. Bu durum TBMM’de büyük yankılara neden olmuştur. Tevfik Paşa Hükûmetinin bu tavrını ve buna karşı TBMM’de oluşan tepkileri iyi değerlendiren Mustafa Kemal Paşa, bu sorunun kökten çözümlenmesi için saltanatın kaldırılmasını gündeme getirmiştir. Bu maksatla bazı milletvekilleri saltanatın kaldırılması için önerge vermişlerdir. TBMM’deki ortak komisyonda yapılan görüşmelerden sonra iki maddelik bir yasa taslağı Meclis Genel Kuruluna gönderilmiştir.

 

1 Kasım 1922 günü TBMM’ye sunulan yasa taslağı görüşmelerden sonra kabul edilerek yasalaşmıştır. Böylece TBMM egemenlik ve hükümranlık haklarının Türk milletine ait olduğunu, saltanat ile hilafetin ayrıldığını, İstanbul’un işgal tarihinden (16 Mart 1920) itibaren saltanatın kaldırıldığını açıklamıştır.

23 Nisan 1920’de, TBMM’nin açılmasıyla Anadolu’da yeni bir Türk Devleti kurulmuştur. TBMM’nin üstünde hiçbir gücün kabul edilmeyeceğinin açıklanması ile de Osmanlı Devleti’nin varlığı fiilen ortadan kalkmıştır. Ayrıca yasama ve yürütme yetkisinin de TBMM’ye ait olması padişahın Türk ulusu üzerinde resmî ve filli hiçbir yetkisinin kalamadığını göstermekteydi. Ancak savaş yılları olduğu için rejim konusu gündeme gelmemiştir. Yunan ordusunun Türk topraklarından atılmasından sonra sıra rejim konusunun çözümlenmesine gelmiştir. Bu amaçla devletin rejimi ve temel niteliklerini belirleyen üç temel siyasal inkılap (Saltanatın Kaldırılması, Cumhuriyet’in İlanı, Halifeliğin Kaldırılması) gerçekleştirilmiştir.

 

Yeni Türk Devleti’nin siyasal yapısını sağlamlaştıracak ilk adım, saltanatın kaldırılması olmuştur. Ancak bu adımın atılması kolay olmamıştır. Türk milleti, binlerce yıllık tarihinde, egemenliği kullanan belli aileler tarafından yönetilmiştir. Eski Türk devlet anlayışına göre, egemenlik kutsal bir kavramdı. Ulusu yönetmeyi tanrı tek bir aileye vermişti. Ailenin üyelerinden başkası ulusu yönetemezdi. Türkler Müslümanlığı kabul ettikten sonra, bu kutsal egemenlik kavramı, yeni dinsel kurallarla da desteklenmiştir.

Yüzyıllarca süren bu yönetim biçimi öylesine kökleşmişti ki “padişahsız” bir Türk Devleti’nin olabileceğini, yalnız halk değil birçok aydın bile düşünemiyordu. Bunun için Mustafa Kemal Paşa, egemenliği gerçek sahibi olan millete verirken çok dikkatli davranmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında ve TBMM’nin açıldığı dönemde, yurdun düşman işgalinden kurtarılması öncelikli olduğu için, saltanat makamına karşı açıkça bir tavır alınmamış ve güçlerin bölünmemesine gayret edilmiştir. Yunan ordusunun Anadolu’dan atılmasından hemen sonra, barış görüşmelerine davet nedeniyle saltanat konusu gündeme gelmiş ve bu kez Mustafa Kemal Paşa, bu kurumla ilgili gerçek düşüncesini hayata geçirmiştir.

 

Mudanya Mütarekesi imzalandıktan sonra barış görüşmeleri hazırlıklarına başlanmış ve İtilaf devletleri Lozan’daki görüşmelere Ankara Hükûmeti ile İstanbul Hükûmetini de davet etmiştir. İtilâf devletleri tarafından İstanbul Hükûmetinin, Lozan’daki barış görüşmelerine çağrılmasındaki amaç Türk tarafında ikilik yaratarak isteklerini Yeni Türk Devleti’ne kabul ettirmekti. Söz konusu davet üzerine İstanbul Hükûmeti gerekli hazırlıklara başlayarak, TBMM’ye gönderdiği yazılarla işbirliği içine girmelerini bildirmiştir. Bu durum TBMM’de büyük yankılara neden olmuştur. Tevfik Paşa Hükûmetinin bu tavrını ve buna karşı TBMM’de oluşan tepkileri iyi değerlendiren Mustafa Kemal Paşa, bu sorunun kökten çözümlenmesi için saltanatın kaldırılmasını gündeme getirmiştir. Bu maksatla bazı milletvekilleri saltanatın kaldırılması için önerge vermişlerdir. TBMM’deki ortak komisyonda yapılan görüşmelerden sonra iki maddelik bir yasa taslağı Meclis Genel Kuruluna gönderilmiştir.

 

1 Kasım 1922 günü TBMM’ye sunulan yasa taslağı görüşmelerden sonra kabul edilerek yasalaşmıştır. Böylece TBMM egemenlik ve hükümranlık haklarının Türk milletine ait olduğunu, saltanat ile hilafetin ayrıldığını, İstanbul’un işgal tarihinden (16 Mart 1920) itibaren saltanatın kaldırıldığını açıklamıştır.

Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipiscing elit. Ut elit tellus, luctus nec ullamcorper mattis, pulvinar dapibus leo.

23 Nisan 1920’de, TBMM’nin açılmasıyla Anadolu’da yeni bir Türk Devleti kurulmuştur. TBMM’nin üstünde hiçbir gücün kabul edilmeyeceğinin açıklanması ile de Osmanlı Devleti’nin varlığı fiilen ortadan kalkmıştır. Ayrıca yasama ve yürütme yetkisinin de TBMM’ye ait olması padişahın Türk ulusu üzerinde resmî ve filli hiçbir yetkisinin kalamadığını göstermekteydi. Ancak savaş yılları olduğu için rejim konusu gündeme gelmemiştir. Yunan ordusunun Türk topraklarından atılmasından sonra sıra rejim konusunun çözümlenmesine gelmiştir. Bu amaçla devletin rejimi ve temel niteliklerini belirleyen üç temel siyasal inkılap (Saltanatın Kaldırılması, Cumhuriyet’in İlanı, Halifeliğin Kaldırılması) gerçekleştirilmiştir.

 

Yeni Türk Devleti’nin siyasal yapısını sağlamlaştıracak ilk adım, saltanatın kaldırılması olmuştur. Ancak bu adımın atılması kolay olmamıştır. Türk milleti, binlerce yıllık tarihinde, egemenliği kullanan belli aileler tarafından yönetilmiştir. Eski Türk devlet anlayışına göre, egemenlik kutsal bir kavramdı. Ulusu yönetmeyi tanrı tek bir aileye vermişti. Ailenin üyelerinden başkası ulusu yönetemezdi. Türkler Müslümanlığı kabul ettikten sonra, bu kutsal egemenlik kavramı, yeni dinsel kurallarla da desteklenmiştir.

Yüzyıllarca süren bu yönetim biçimi öylesine kökleşmişti ki “padişahsız” bir Türk Devleti’nin olabileceğini, yalnız halk değil birçok aydın bile düşünemiyordu. Bunun için Mustafa Kemal Paşa, egemenliği gerçek sahibi olan millete verirken çok dikkatli davranmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında ve TBMM’nin açıldığı dönemde, yurdun düşman işgalinden kurtarılması öncelikli olduğu için, saltanat makamına karşı açıkça bir tavır alınmamış ve güçlerin bölünmemesine gayret edilmiştir. Yunan ordusunun Anadolu’dan atılmasından hemen sonra, barış görüşmelerine davet nedeniyle saltanat konusu gündeme gelmiş ve bu kez Mustafa Kemal Paşa, bu kurumla ilgili gerçek düşüncesini hayata geçirmiştir.

 

Mudanya Mütarekesi imzalandıktan sonra barış görüşmeleri hazırlıklarına başlanmış ve İtilaf devletleri Lozan’daki görüşmelere Ankara Hükûmeti ile İstanbul Hükûmetini de davet etmiştir. İtilâf devletleri tarafından İstanbul Hükûmetinin, Lozan’daki barış görüşmelerine çağrılmasındaki amaç Türk tarafında ikilik yaratarak isteklerini Yeni Türk Devleti’ne kabul ettirmekti. Söz konusu davet üzerine İstanbul Hükûmeti gerekli hazırlıklara başlayarak, TBMM’ye gönderdiği yazılarla işbirliği içine girmelerini bildirmiştir. Bu durum TBMM’de büyük yankılara neden olmuştur. Tevfik Paşa Hükûmetinin bu tavrını ve buna karşı TBMM’de oluşan tepkileri iyi değerlendiren Mustafa Kemal Paşa, bu sorunun kökten çözümlenmesi için saltanatın kaldırılmasını gündeme getirmiştir. Bu maksatla bazı milletvekilleri saltanatın kaldırılması için önerge vermişlerdir. TBMM’deki ortak komisyonda yapılan görüşmelerden sonra iki maddelik bir yasa taslağı Meclis Genel Kuruluna gönderilmiştir.

 

1 Kasım 1922 günü TBMM’ye sunulan yasa taslağı görüşmelerden sonra kabul edilerek yasalaşmıştır. Böylece TBMM egemenlik ve hükümranlık haklarının Türk milletine ait olduğunu, saltanat ile hilafetin ayrıldığını, İstanbul’un işgal tarihinden (16 Mart 1920) itibaren saltanatın kaldırıldığını açıklamıştır.

23 Nisan 1920’de, TBMM’nin açılmasıyla Anadolu’da yeni bir Türk Devleti kurulmuştur. TBMM’nin üstünde hiçbir gücün kabul edilmeyeceğinin açıklanması ile de Osmanlı Devleti’nin varlığı fiilen ortadan kalkmıştır. Ayrıca yasama ve yürütme yetkisinin de TBMM’ye ait olması padişahın Türk ulusu üzerinde resmî ve filli hiçbir yetkisinin kalamadığını göstermekteydi. Ancak savaş yılları olduğu için rejim konusu gündeme gelmemiştir. Yunan ordusunun Türk topraklarından atılmasından sonra sıra rejim konusunun çözümlenmesine gelmiştir. Bu amaçla devletin rejimi ve temel niteliklerini belirleyen üç temel siyasal inkılap (Saltanatın Kaldırılması, Cumhuriyet’in İlanı, Halifeliğin Kaldırılması) gerçekleştirilmiştir.

 

Yeni Türk Devleti’nin siyasal yapısını sağlamlaştıracak ilk adım, saltanatın kaldırılması olmuştur. Ancak bu adımın atılması kolay olmamıştır. Türk milleti, binlerce yıllık tarihinde, egemenliği kullanan belli aileler tarafından yönetilmiştir. Eski Türk devlet anlayışına göre, egemenlik kutsal bir kavramdı. Ulusu yönetmeyi tanrı tek bir aileye vermişti. Ailenin üyelerinden başkası ulusu yönetemezdi. Türkler Müslümanlığı kabul ettikten sonra, bu kutsal egemenlik kavramı, yeni dinsel kurallarla da desteklenmiştir.

Yüzyıllarca süren bu yönetim biçimi öylesine kökleşmişti ki “padişahsız” bir Türk Devleti’nin olabileceğini, yalnız halk değil birçok aydın bile düşünemiyordu. Bunun için Mustafa Kemal Paşa, egemenliği gerçek sahibi olan millete verirken çok dikkatli davranmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında ve TBMM’nin açıldığı dönemde, yurdun düşman işgalinden kurtarılması öncelikli olduğu için, saltanat makamına karşı açıkça bir tavır alınmamış ve güçlerin bölünmemesine gayret edilmiştir. Yunan ordusunun Anadolu’dan atılmasından hemen sonra, barış görüşmelerine davet nedeniyle saltanat konusu gündeme gelmiş ve bu kez Mustafa Kemal Paşa, bu kurumla ilgili gerçek düşüncesini hayata geçirmiştir.

 

Mudanya Mütarekesi imzalandıktan sonra barış görüşmeleri hazırlıklarına başlanmış ve İtilaf devletleri Lozan’daki görüşmelere Ankara Hükûmeti ile İstanbul Hükûmetini de davet etmiştir. İtilâf devletleri tarafından İstanbul Hükûmetinin, Lozan’daki barış görüşmelerine çağrılmasındaki amaç Türk tarafında ikilik yaratarak isteklerini Yeni Türk Devleti’ne kabul ettirmekti. Söz konusu davet üzerine İstanbul Hükûmeti gerekli hazırlıklara başlayarak, TBMM’ye gönderdiği yazılarla işbirliği içine girmelerini bildirmiştir. Bu durum TBMM’de büyük yankılara neden olmuştur. Tevfik Paşa Hükûmetinin bu tavrını ve buna karşı TBMM’de oluşan tepkileri iyi değerlendiren Mustafa Kemal Paşa, bu sorunun kökten çözümlenmesi için saltanatın kaldırılmasını gündeme getirmiştir. Bu maksatla bazı milletvekilleri saltanatın kaldırılması için önerge vermişlerdir. TBMM’deki ortak komisyonda yapılan görüşmelerden sonra iki maddelik bir yasa taslağı Meclis Genel Kuruluna gönderilmiştir.

 

1 Kasım 1922 günü TBMM’ye sunulan yasa taslağı görüşmelerden sonra kabul edilerek yasalaşmıştır. Böylece TBMM egemenlik ve hükümranlık haklarının Türk milletine ait olduğunu, saltanat ile hilafetin ayrıldığını, İstanbul’un işgal tarihinden (16 Mart 1920) itibaren saltanatın kaldırıldığını açıklamıştır.

Yeni Türk Devleti, milli egemenlik ilkesine dayalı bir sistem üzerine kurulmuştur. Bu ilkenin gerçekleştirilebileceği tek devlet sistemi, laik hukukun geçerli olduğu demokratik Cumhuriyet modeliydi. Bu nedenle, 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılışı, ilerde hukuk alanında köklü bir inkılap yapılacağının da göstergesi ve ilk basamağıdır.

TBMM’nin hazırladığı Anayasa, 20 Ocak 1921’de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu adıyla yürürlüğe girmiştir.

23 madde ve bir de ek maddeden oluşan Anayasa’nın kısalığı o dönemin özelliğinden ileri gelmekteydi. Sadece olağanüstü şartları ve acil ihtiyaçları karşılamakla yetinilmenin gerekli olduğu kanaati, kısa ve özet bir anayasa hazırlanışına sebep olmuştur.

Cumhuriyet’in ilanı ve hilafetin kaldırılmasında sonra yeni Türkiye’nin yeni bir Anayasaya ihtiyacı ortaya çıkmıştır. TBMM’de yapılan çalışmalar ve müzakereler sonunda, 20 Nisan 1924’te Teşkilat-ı Esasiye Kanunu kabul edilerek yürürlüğe konulmuştur. Bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasi prensiplerine değer verdiğini gösteren, tarihi gelişmelerin sonucu olarak hazırlanan ve gerçek hayatın ihtiyaçlarına cevap veren bir Anayasa’dır.

1924 Anayasası’nın ruhunda ve mantığında Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi teşkilatı, demokrasi esasına dayanır. Memlekette hakimiyetin, gerçek ve tek sahibi, Türk milletidir. Milletin dilekleri, fikir ve arzuları, tek bir organda, Türkiye Büyük Millet Meclisinde toplanır ve bu mecliste de, millet iradesi seçim yolu ile gerçekleşmektedir.

Sonuç olarak 1924 Anayasası genel nitelikleriyle millî ruh ve ihtiyacın ifadesi, tarihi ve sosyal akışların bir sonucu olmuştur.

Hukuk alanında yapılan inkılapların ana amacı, laik, demokratik, çoğulcu, özgürlükçü, akla, bilimsel esaslara ve en önemlisi eşitliğe dayanan bir devlet sistemi ve yaşam biçimi oluşturabilmekti.

Hukuk inkılabı da, siyasal inkılaplar gibi, arka arkaya atılan çeşitli adımlardan oluşmaktaydı.

Hukuk inkılabının ön şartlarını oluşturan siyasi inkılapların tamamlanması üzerine, mevcut hukuk sistemini yenilemek ve modernleştirmek üzere 1923 yılında Adliye Vekâleti tarafından medeni hukuk, ceza hukuku, usul hukuku gibi alanlarda çeşitli komisyonlar kurulmuştur. Bu komisyonlar yürürlükte bulunan kanunları gözden geçirecek ve tadil edecek, hukuk deyimlerini belirleyeceklerdi.

1926 yılında İsviçre Medeni Kanunu bazı değişikliklerle Türk Medeni Kanunu olarak yürürlüğe girmiştir. Bu kanunun seçiminde; basit dili, açık, hâkime geniş takdir yetkisi veren esnek karakteri, Avrupa’da kabul edilen en yeni, liberal, kadın-erkek eşitliğine dayanan bir aile düzenini içeren ve demokratik bir devletin ihtiyaçlarını karşılayabilir özellikleri etkili olmuştur. Bu kanunun kabulünden kısa bir süre önce, 1925 yılında, Türkiye’de yaşayan Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar birer ay arayla verdikleri dilekçelerle, “artık medeni hukuk bakımından, ayrı bir muameleye tabi olmak ihtiyacını duymadıklarını, gayrimüslim cemaatler için ayrı hükümler konmasına gerek olmadığını, yeni medeni kanunun kendilerine de uygulanmasını istediklerini” Adliye Vekâletine bildirmişlerdir. Böylece yüzyıllar sonra ülkemizdeki vatandaşlar arasında hukuk birliği sağlanmıştır.

Yeni Türk Medenî Kanunu;

  • İlerici, inkılapçı, laik ve halkçı bir ruh taşıyordu.
  • Evlenme, boşanma, miras, velâyet, hak ve fiil ehliyeti gibi konularda kadın-erkek eşitliği sağlamıştır.
  • Tek eşlilik usulünü getirmiştir.
  • Medenî nikâh usulü getirmiştir.
  • Kadın, erkek tüm Türk vatandaşlarının aynı haklara kavuşmasını sağlamıştır.
  • Hâkimlere tanıdığı geniş takdir serbestisi ile hâkimler olayın ve ülkenin şartlarına uygun olarak hukuk kuralı yaratma ve uygulama imkânına kavuşmuşlardır.
  • Türk hâkimleri, verdikleri kararlarla yeni hukuku kısa süre içinde millîleştirmişlerdir.
  • Halkın çağdaş ve millî ihtiyaçlarına cevap veren bir hukuk sistemi oluşmuştur.

Toplumsal alanda yapılan en önemli yeniliklerden birisi de kadının toplumda hak ettiği yeri almasıdır.

Eski toplumsal yapıda kadına verilen değerin yanlış olduğunu ve Türk kadınının toplumda yer almasının gereğini ATATÜRK şu sözleriyle anlatmıştır:

“Bir toplum, bir millet; erkek ve kadın denilen iki cins insandan oluşur. Mümkün müdür ki, bir kitlenin bir parçasını ilerletelim diğerini görmezlikten gelelim de kitlenin tümü ilerlemeye imkân bulabilsin? Mümkün müdür ki bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin? Şüphe yok, ilerleme adımları, dediğim gibi iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve ilerleme ve yenileşme sahasına birlikte kesin aşamalar yaptırmak lazımdır. Böyle olursa inkılap başarılı olur.”

17 Şubat 1926’da Medeni Kanun’un kabul edilmesi kadın hakları alanındaki en büyük inkılâplardan biridir. Bu kanunla;

Ailede kadın erkek eşitliğini sağlamaya yönelik çok önemli atılımlar gerçekleştirilmiştir.

  • Birden fazla kadınla evlenmeye son verilmiş ve boşanmalarda kadınlar da söz ve hak sahibi olmuşlardır.
  • Kız ve erkek çocukların mirastan alacakları paylar eşit duruma getirilmiştir.
  • Daha sonra tanınan siyasal haklarla Türk kadınları demokratik hayattaki yerlerini almaya başlamıştır.
  • 3 Nisan 1930’da belediye, 26 Ekim 1933’te köy muhtar ve heyetleri, 5 Aralık 1934’te milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır.

Cumhuriyet ile birlikte her türlü eğitim ve öğretim, hatta iş hayatının kapıları kadınlara ardına kadar açılmıştır.

Yeni Türk Devleti’nde kadınlara sosyal, kültürel hakların yanında, siyasî haklar da birçok uygar ülkeden önce tanınmıştır. Örneğin Fransa ve İtalya’da kadınlara 1946’da seçme ve seçilme hakkı tanınırken Türk kadını bu hakları, ATATÜRK devrimleri sayesinde çok daha önceden 1934’te elde etmiştir. 1935 yılında yapılan genel seçimlerde TBMM’ye 18 kadın milletvekili girmiştir. Böylece Türk kadını asırlarca ihmal edilen haklarına kavuşmuştur.

Türk kadını, günümüzde siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatın her alanında aktif görev alabilmekte, bütün meslek dallarında (askerî okullar ve ordu dahil) görev yapabilmektedir. Kadınlarımızın çeşitli iş ve mesleklerden, parlâmento kürsüsüne, üniversite profesörlüğü, dekanlığı ve rektörlüğüne, yargıtay, danıştay üyeliğine kadar her türlü yurt hizmetinde çalışmaları, ATATÜRK’ün gerçekleştirdiği devrimler sayesindedir. Dünyada yargıtay üyeliğine seçilen ilk kadın da bir Türk kadınıdır. Hatta kadınlarımız ATATÜRK’ün açtığı bu yol sayesinde başbakanlığa kadar yükselmişlerdir.

Yeni Türk Devleti’nin sosyal yapısını oluşturmaya yönelik devrimlerden birisi de kıyafet inkılabıdır.

Padişah II. Mahmut tarafından kabul ettirilen fes, zamanla bir İslam giysisi hâline gelmiş, Osmanlılığın sembolü olmuştu. “Bir insanın veya kavmin kılığı hangi kavime benzerse o kavimden olacağı” gibi düşünceler dolayısıyla, Osmanlı topraklarındaki her millet veya topluluk farklı bir giysiyle dolaşıyordu.

Çağdaş toplumlarının vardığı gelişme düzeyini hedefleyen yeni Türk Devleti’nin modernleşmesi için, geride bırakılması gereken bir toplum düzeninin ve kafa yapısının tüm simgelerinin toplum yaşamından silinmesi gerekiyordu. İnsanın giysisinin, kültürel birikiminin göstergesi olduğunu bilen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları, bilim ve sanatta çağdaş uygarlık seviyesine eski anlayışla ulaşılamayacağını anlamışlardı.

Halkın kıyafetini modern dünya ile uyumlu hale getirmek için 25 Kasım 1925’te “Şapka İktisası Hakkındaki Kanun” kabul edilmiştir.

1934’te çıkarılan bir kanunla da din görevlilerinin ibadet yerleri dışında dini kıyafetlerle gezmeleri yasaklanmıştır. Kılık-kıyafet inkılabıyla Türkler ile öteki çağdaş uluslar arasında bir simge niteliğinde sayılan Osmanlı toplum yaşamını ve gelenekselliğini simgeleyen tüm eski başlıklar ve kıyafetler değiştirilmiştir. Şehirli, köylü, devlet adamı, din görevlisi ve Müslüman, Müslüman olmayan halk arasındaki kıyafet karmaşası giderilerek toplumsal anlamda birlik ve beraberlik güçlendirilmiştir.

Çağdaş uygarlığın içinde yer almaya kararlı Türk toplumu, uluslararası kıyafeti benimseyerek kıyafet inkılabını medeni bir toplum olmanın gereği olarak kabul etmiştir.

ATATÜRK geri bir memlekette medeniyet meselesi halledilmedikçe hiçbir meselenin halledilemeyeceğini düşünüyordu. Şapka inkılabı, hem şeklen ve hem de düşünsel olarak değişimin, çağdaş bir toplum olmanın bir sembolü olarak değerlendirilmiştir.

Tekkeler, tarikat mensuplarının oturup kalkmalarına, ibadet yapmalarına mahsus yerler olup, bunların küçüklerine zaviye deniliyordu. Selçuklular ve Osmanlılar zamanında Anadolu’nun Türkleşmesinde ve Anadolu’nun Türk kimliği içinde yoğrulmasında büyük hizmetleri geçen tarikatlar ve bunların kurumlaşmış şekli olan tekkeler daha sonraki yüzyıllar içerisinde asıl fonksiyonlarını yitirmişlerdir. Toplumsal anlamda birlik ve beraberliğe zarar verecek bir niteliğe gelmişlerdir.

Düşünsel olarak insanların her hangi bir üretim içinde olmadığı, insan zamanının büyük oranda harcandığı tekke ve zaviyeler adeta çalışmadan yaşayan insanların toplandığı yerler haline dönüşmüşlerdir.

Bir takım tarikat mensuplarının halkın inançlarını istismar etmesi, maddi olarak haksız kazançlar sağlamaları, ilmi ve dini temele dayanmayan hurafeler üzerinden insanlar üzerinde baskı kurmaları tarikatları çöküntüye uğratmıştır.

Çağdaş bir devlet ve toplum düzeni kurmak isteyen ülke yönetimi, olumlu fonksiyonları kalmamış olan bu kurumlardan en kısa zamanda kurtulması gerektiğine inanıyordu. ATATÜRK de tarikatların, Türk milletini istismar etmelerini engellemek için toplumsal dayanışma, birlik ve beraberlik duygusunu zedeleyen bu yapıların kaldırılmaları gereğini belirtmiştir.

ATATÜRK bu konudaki görüşlerini şu sözleriyle ifade etmişti: “Efendiler ve ey millet biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.”

TBMM 30 Kasım 1925 tarihinde kabul ettiği bir kanunla tekke, zaviye ve türbelerin kapanmasını, türbedarlıklarla bir takım unvanların yasaklanmasını kararlaştırmıştır.

Bu Kanun, Allah ile kul arasına giren istismarcıların işine son verdiği ve vicdanlara yapılan dinsel baskıyı ortadan kaldırdığı gibi Türk toplumunun birlik ve beraberliği ile toplumsal dayanışmasının önündeki engeli de ortadan kaldırmıştır.

Herkesin ailece anılmasına yarayan öz adından sonraki ada, aile adına soyadı denir. Bütün uygar toplumlarda ailenin köklülüğünü belirten soyadları bulunmaktadır. Osmanlı devleti’nin son yıllarında; nüfus artışı, askerlik, tapu, nüfus, miras, adalet, eğitim gibi devlet işlerindeki yoğunluğu beraberinde getirmiş ve soyadının bulunmaması nedeniyle bu alanlarda sık sık karışıklıklar çıkmaya başlamıştır. Toplum ve devlet hayatında ortaya çıkan bu karışıklıklar 21 Haziran 1934’te çıkarılan “Soyadı Kanunu” ile giderilmiştir. “Soyadı Kanunu” ile her vatandaşın kendi öz adından başka, mensup olduğu aileye ait bir soyadı taşıması kabul edilmiş, Türk inkılabının önderi Mustafa Kemal’e de TBMM tarafından 24 Kasım 1934’te çıkarılan bir kanunla “ATATÜRK” soyadı verilmiştir. Yine çıkarılan başka bir yasa ile ATATÜRK soyadının başkaları tarafından kullanılması yasaklanmıştır.

Ayrıca 1934’te çıkarılan bir kanunla lâkap ve unvanlar, sivil rütbe, nişan ve madalyalar kaldırılmış, ancak vatan savunması yolunda alınan nişanları taşımak serbest bırakılmıştır. Askerî bir rütbeyi belirten “paşa” kelimesi “general” olarak değiştirilmiştir. Böylece Osmanlı toplumunun sosyal tabakaları ortadan kaldırılmış ve insanların toplumda ve kanun önünde lakap ve unvanlarına göre sınıflara ayrılması engellenmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’ni, parçası olmaya karar verdiği çağdaş dünyadan ayıran unsurlar arasında takvim ve ölçüler de bulunmaktaydı. Türkiye’de Hicret’i başlangıç olarak kabul eden ve ayları ayın hareketlerine göre ölçen Hicri takvimle, mali işler için bu sistemin düzeltilmiş bir türü olan Rumi takvim kullanılmaktaydı.

Bu durum gerek ülke içinde, gerekse Avrupa’yla artan ilişkiler çerçevesinde önemli güçlükler çıkarmaktaydı. Bu nedenle 26 Aralık 1925’da kabul edilen kanunlarla Hicrî ve Rumî takvimler bırakılarak bütün dünyanın kullandığı Miladî takvim kabul edilmiş, 1 Ocak 1926’dan itibaren Türkiye’de miladî takvim kullanılmaya başlanmıştır.

Alaturka saatin yerini uluslararası saat almıştır. Yine Mayıs 1928’de, uluslararası rakamlar kabul edilmiş, 1931 yılında çıkarılan bir kanunla da eski ağırlık ve uzunluk ölçüleri değiştirilmiştir. Arşın, endaze, okka, çeki gibi eski ve bölgelere göre değişen birimler kaldırılarak onlu sisteme uygun metre ve kilo gibi uzunluk ve ağırlık ölçüleri kabul edilmiştir.

Ölçülerdeki bu değişikliklerle hem ülkedeki ağırlık ve uzunluk ölçüleri standart hale getirilmiş, hem de Türkiye’nin uluslararası ticari ilişkilerinde kolaylıklar sağlanmıştır.

Kongre 17 Şubat – 4 Mart 1923 tarihleri arasında toplanmıştır. Yapılan bu kongre Lozan görüşmelerine ara verildiği sırada gerçekleşmiştir. Bu kongrede iktisadî gelişme ve yükselme için köklü bir program yapılacağı, ancak bu programın düzenlenmesinde önce iktisatla ilgili olanların bir araya toplanacağı, bunların alacağı kararların programı oluşturacağı ifade edilerek çiftçi, tüccar, amele (işçi), sanayici, banka, şirket temsilcilerinin toplanacağı açıklanmıştır.

1923 Türkiye İktisat Kongresi’nde ATATÜRK ne devletçi ne de özel sermayeye dayalı herhangi bir hazır reçete öneriyordu. Çözüme varmak için bir arayış içine girilmiş, dışarıdaki çeşitli deneyimler incelenip içerideki tartışma ve gelişmeleri değerlendirerek sonuca gidilmek istenmiştir. 17 Şubat 1923’te toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında Mustafa Kemal, ekonomik bağımsızlığın önemine dikkat çekmiştir.

Kongrede alınan kararlar özetle şöyledir: Hammaddesi yurt içinde yetişen sanayi dalları kurulmalı; küçük imalattan hızla fabrika üretimine geçilmeli; özel teşebbüse kredi sağlayacak bir devlet bankası kurulmalı; devlet iktisadi alandaki yerini almalı ve özel sektörün gerçekleştiremediği yatırımlar devlet eliyle yapılmalı; ulaşımın önemi gözetilerek demiryolu inşaatı programa bağlanmalıdır.

Türkiye İktisat Kongresi’nde çiftçi grubunun ekonomik problemlerine büyük önem verilmiş ve bu konuda bazı esaslar tespit edilmiştir. Çiftçinin eğitilmesine büyük önem verilmiştir. 1924 Silah Altına Alma Yasası ile ordunun askere alınan köylülere, askerlik hizmetleri sırasında tarım makinaları ve yeni yöntemleri öğretmeleri öngörülmüştür.

Osmanlı İmparatorluğu’nda üretim esas olarak tarıma dayalı idi. XVII. yüzyıldan itibaren gerileyen imparatorluğun toprak sisteminde de önemli problemler ortaya çıkmaya başlamıştır. Osmanlı yönetim yapısında meydana gelen değişim tarım alanındaki mülkiyet yapısını da etkilemiştir. Son dönemlerde tarımsal üretimin iyice düşmesi, toplumun temel ihtiyacı olan ürünlerin karşılanamaması sonucu ithalat yapma mecburiyeti doğmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti bu alanda önemli kararları uygulamaya geçirmiştir. 1923-1929 yılları tarımsal üretim bakımından “altın yıllar” olarak değerlendirebilir. Savaş koşullarında % 50 dolaylarında üretim düşmeleri gözlenen başlıca ürünlerde savaş öncesi üretim hacmine 1923’ü izleyen bir iki yıl içinde ulaşılmıştır. Bu olumlu gelişmede tarıma dönük olumlu politikaların, fiyat ve vergi değişkenleri yoluyla çiftçiler lehine kaynak yaratan uygulamalar belirleyici olmuştur. Çiftçinin durumunun düzeltilmesi için devlet gelirlerinde düşme görüleceğinin bilinmesine rağmen 17 Şubat 1925’te Aşar vergisi kaldırılmış, yerine binde 6’lık bir vergi konmuştur. Tarım 1923-1929 yıllarında ana sürükleyici sektör olmuş ve savaş yıllarından sonra ekonominin yeniden inşası esas olarak tarım sektörünün dinamizmi sayesinde gerçekleşmiştir.

Bir sonraki dönem olan 1929-1939 arası ise bilindiği gibi dünya ekonomik bunalımı ile çakışmaktadır. Fakat dünyada ve ülkede yaşanan bu olumsuz ekonomik koşullara rağmen, tarım sektörü, (sanayinin gerisinde kalmakla birlikte) pozitif bir gelişme kaydetmiştir.

İmparatorluğun son döneminde modern sanayi hemen hemen yok gibidir. Sanayi ürünlerinin çoğunu dışarıdan temin etmek gerekiyordu. İş yerleri genellikle motorlu olmayan ve makine kullanmayan, çoğunluğu insan gücüne dayalı bir yapıya sahipti. Büyük çapta üretim yapan iş kolları devlete, askeriyeye veya yabancılara aitti. Yerli girişimciler yetersiz ve gerekli sermayeye sahip değildi. Hükûmet ilk iş olarak yabancı girişimlerini satın almaya başlamıştır. Fabrika kurmak isteyen Türk müteşebbislere sermaye temin etmek için 26 Ağustos 1924’te İş Bankası kurulmuştur. Böylece devlet desteğindeki İş Bankası sanayileşme hareketinin öncüsü olmuştur.

Sanayileşme alanında atılan en önemli adım 1927’deki “Teşvik-i Sanayi Kanunu”nun 28 Mayıs 1927’de 15 yıllığına yürürlüğe konulmasıdır. Özel sermayeyi sanayileşme alanına çekebilmek için yürürlüğe giren bu kanun, sanayicinin yatırım yapabilmesi için özendirici tedbirler içermekteydi.

Sanayinin teşvik gördüğü bu devrede, dünya ekonomik bunalımı (1929-1932) yılları sanayileşme hareketini yavaşlatmıştı. Bir tarım ülkesi olan Türkiye, bunalımdan daha az zarar görmüş olmakla beraber dışa sattığı hammadde fiyatlarındaki düşme, üreticinin korunmasını gerekli kılmış ve devlet sanayide olduğu kadar tarım alanında da koruyucu tedbirler almak zorunda kalmıştır. İşte 1929-1939 arasındaki dönem, “Türk mucizesi”nin gerçekleştiği dönem olmuştur. Bu yıllarda dünya ekonomisi büyük bir buhran içine sürüklenirken Türkiye ekonomisi dışa kapanmış devlet eliyle bir millî sanayileşmeyi başarmıştır.

Türkiye, Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra yabancı sermayesine karşı olmadığını açıkça ifade etmiştir. Ancak Hükümet Avrupa’nın sanayileşmiş devletlerinin yapacağı yardımın tek yanlı ve pek kuşkulu nitelikte bir yardım olacağından endişe ediyordu. Bu endişenin nedeni o güne kadar yabancı sermayenin Türkiye’deki faaliyetlerinin yanlışlığıydı. Bunun yanı sıra Osmanlı borçları konusunda alacaklıların davranışları da önemliydi. Nihayet borçlar meselesi 23 Haziran 1928’de halledilmiş ve ödenmesine başlanmıştı. Alacaklıların başında Fransa, İngiltere ve Hollanda geliyordu. Bu dönemde makineleşme konusunda Sovyetlerden, demiryolu yapımı konusunda ise Almanya’dan faydalanılmıştır.

Mali politikada denk bütçe ve düzgün ödeme ilkelerini benimsemiş olan hükümet para politikasına da sağlam para politikasını benimsemiştir. ATATÜRK’ün; “Maliyemiz milli paranın istikrarını muhafaza prensiplerini tam bir sadakat ve muvaffakiyetle takip ve tatbik etmektedir” yolundaki sözleri bunun açık ifadesidir.